İnsanın bir zâhir, diğeri ise gizli olmak üzere, İki düşmanı vardır. Müslüman ikisi ile de savaşmaya memurdur. Allah-u Teâlâ, zâhir düşman hakkında;
“Allah’a ve ahiret inanmayanlarla savaşın.” (Tövbe, 29) derken; görünmeyen düşman hakkında ise;
“Gerçekten şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman bilin!” (Fâtır, 6) buyurmaktadır.
Gizli düşmanla savaşmak, zâhirdeki düşman ile harp etmekten daha zordur. Çünkü gizli olan düşman, en gelişmiş radarlarla da görünmez. Nereden, ne zaman ve nasıl geleceği bilinmez. Açık düşman cana, mala, mülke saldırır. Gizli düşman iblis ise imana saldırır. Zâhir plandaki düşmana mağlup olan yenilse de ecir (Sevap) kazanır. Gizli düşmana mağlup olan fitneye düşer; Ya fâsık olur ya da kâfir olup imanını kaybeder.
Zâhirdeki düşmanın öldürüldüğü kimse şehit olur, gizli düşmanın öldürüldüğü ise Allah’ın rahmetinden mahrum kalır. Açık düşmana Karşı insanı ordular korurken, gizli düşmana karşı ise yalnız inanarak söylenen “اَعُوذُ بِاللّٰهِ” Muhafaza eder.
Câ’fer-i Sâdık şöyle bulunmaktadır: “İbadetler içerisinde sadece Kur’an-ı Kerim, Tilavetine “İstiâze” ile başlanır. Bunun hikmeti ise sudur: “Kul bazen dilini yalan, gıybet ve, Koğuculuk yapmak ile kirletebilir. Allah-u Teâlâ, lisanı temiz olması için, Kendisine İstiâzeyi emretmiştir. Böylece o temiz, güzel olan rabbi tarafından indirilen kelamı temiz bir lisanla okur.”
Fahrettin er-Razî’nin de belirttiği gibi, “İstiâze”nin zâhiri haber cümlesi, manası ise, İnşadır/duadır. Yani mümin “اَعُوذُ بِاللّٰهِ” diyerek, Allah-u Teâlâ’ya “Beni iblis’in ve adamlarının tuzaklarından koru!” Diye niyazda bulunur. İstiâze, kudreti sınırlı olan bir insanın,
Kudreti nâmütenâhi olan Allah-u Teâlâ’ya sığınmasıdır.
Müslüman bir kimsenin “اَعُوذُ”/Sığınıyorum. Cümlesi nefs-i mütekellim bir fiildir. Bununla Müslüman ne kadar bela, şer, musibet varsa hepsinden kaçıp; Allah-u Teâlâ’ya ilticâ eder.
İstiâze, şerden uzaklaşıp Allah-u Teâlâ’ya yakınlaşmaktır. “Geldik Ya Rabbi!” Diye Halimizi arz etmektir.
Müslüman “اَعُوذُ بِاللّٰهِ” deyip, Allah-u Teâlâ’ya, “Lafza-i Celâl” ile ilticâ eder. “ALLAH” İsmi,
Allah-u Teâlâ’ya sıfat olmayan, bütün sıfatların ise mevsûfu olan isimlerinden biridir.
“En güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse onlarla Allah’a dua edin.” (Araf, 180)
“ALLAH” adında öyle bir kuşatıçılık var ki, O telaffuz edildiğinde diğer bütün isimler de,
Telaffuz edilmiş olur. Müslüman “اَعُوذُ بِاللّٰهِ” Derken, Allah-u Teâlâ’nın bütün isimlerini söylemiş olur.
Müslüman, Rabbini zâtıyla değil; isimleri, sıfatları ve onların âlemdeki tecellileri ile tanır. Âlemi tanıdıkça Rabbine yaklaşır. Marifetullah’a dair malûmatı derinleşir.
Allah-u Teâlâ’nın isimlerini bilmekten mahrum olan bir kul, Rabbini gerektiği gibi ta’zim edemez.
“Allah Ganiydir. (Hiçbir şeye muhtaç değildir.) Siz O’na muhtaçsınız.” (Muhammed, 38)
Tebâsının ayaklanmasından korkan bir devlet başkanı, O’na muhtaçtır. Âlim, O’nun himayesine muhtaçtır. Doktor, bir hastalığa yakalandığında ya da bir hastalıktan kurtulmak için çabaladığında “Şâfi” olan Rabbine muhtaçtır. Kullar hangi noktada, makamda ve rütbede olurlarsa olsunlar, mutlaka muhtaç oldukları bir husus vardır.
Müslüman “اَعُوذُ بِاللّٰهِ” deyip, darlığına, çaresizliğine, açlığına, mazlumiyetine karşı Rabbine sığındığında bir anda Allah-u Teâlâ’nın rahman olarak tecelli ettiğini görür.
Kurtuluş niyazı, ahirete dair ise; Allah-u Teâlâ’nın Rahman olarak tecelli ettiğine şahit olacaktır. Müslüman “اَعُوذُ بِاللّٰهِ” derken bütün manalar düşünür, düşündükçe tecellilere mahsar olur.