Şîi müelifler; Peygamber Efendimizin veda haccından dönerken Gadîr-i Hum denilen yerde Hz. Ali’nin imam tayin ettiğini belirttiler.
Onlara göre konaklamak için uygun bir yer olmadığı halde Resûlullah (s.av.) Gadir-i Huma geldiğinde: “Ey Resúl! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah káfirler topluluğuna hidayet etmez” (Maide, 67) mealindeki ayetinin ifade ettiği emri yerine getirmek için, Hz. Peygamber: “Ben müminlere kendilerinden daha evla değil miyim” der. Orada bulunan sahabiler de “Evet” deyince Fahr-i Kainat: “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” diyerek Hz. Aliyi kendisinden sonra imam ilan eder. Bazı Şii kaynaklar, hadiseyi bu şekilde anlatırken Hz. Alinin isminin burada zikredilmediğini de itiraf ederler. Ancak Resulullah’ın orada bulunanlardan Hz. Ali’nin imâmetini kabul etmeyecekleri endişesiyle Hz. Alinin ismini gizlediğini söylerler.
Şia’nın söz konusu iddialarına karşılık, yukarıda mealini verdiğimiz Mâide sûresi atmış yedinci ayetinde Hz. Ali’nin halife olarak tayin edildiğine dair bir beyanın bulunmamaktadır. Bu ayetin sebeb-i nüzülü hakkında farklı rivayetler olmakla birlikte bu rivayetlerin arasında Şia’nın iddia ettiği şekilde âyetin Hz. Ali’nin halife olarak tayin edilmesini Hz. Peygambere emreden veya işaret eden bir mevkide nazil olduğuna dair bir rivayet yer almamaktadır. Ayrıca ilgili ayetin öncesine ve sonrasına (siyak ve sibaka) bakıldığında âyetlerde Ehl-i kitab’tan bahsedildiği görüleceğinden söz konusu ayetin, Resûlullâha ﷺ Yahudi ve Hristiyanların bir kısım tavır ve tehditlerinde korkmadan tebliğ vazifesini yerine getirmesini ve onlara karşı Allah Teala’nın kendisini koruyacağı sadedinde nazil olduğu anlaşılmaktadır.
Gadir-i Hum olayının mahiyetine bakıldığında, Resulullah’ın ﷺ, Hz. Ali aleyhinde çıkan bir takım tartışmaları ve dedikoduları değerlendirerek bu hususta Hz. Ali’nin iyi niyetli olduğunu ifade ettiği görülür. Kaynakların bazısında bu olayın Veda Haccı esnasında geçtiği anlatıldığı halde bir kısım eserlerde bunun Gadir Hum’da geçtiğini açıkça belirtilmiş, bir kısmı ise bu olayın geçtiği yer hakkında hiçbir açıklamada bulunmaksızın ilgili hadisi zikretmekle iktifa etmiştir.
Ibn Hişâm, Tâberî ve Ībnül-Esir, Veda Haccı esnasında Hz. Ali’nin Yemen’den gelen kafile ile Hacca katıldığını, Hz. Ali’nin kervandan ayrldığı bir sırada kafilenin kendisinden habersiz olarak yanında bulunan kumaşları kullanmalarından dolayı onlara tepki gösterdiğini belirtirler. Söz konusu kaynaklar kafiledeki bu insanların daha sonra Resulullah ﷺ ile karşılaştıklarında Hz. Alinin kendilerine verdiği tepkiden dolaya șikâyette bulunduklarının aktarırlar. Peygamber Efendimiz ise şikâyetçi olanlara: “Ey insanlar Ali’den șikâyetçi olmayın” buyurur ve Hz. Ali’nin Allah ile ilgili hususlarda ve Allah yolundaki hassasiyetini ifade eder”
Kaynakların bazısında belirtildigi şekilde Fahr-i Kainat Efendimiz Hz. Ali’den şikâyetçi olanlara “Ben size kendinizden daha evla değil miyim” diye sorunca onlar da “Evet” cevabını verirler.
Peygamber Efendimiz devamla “Ben kimin mevlası (Efendi) isem Ali de onun Mevlasıdır.” buyurur. Bu itibarla bu olaya geniş olarak bakıldığında aslında Hz. Peygamberin, “Ben kimin mevlası (Efendi) isem Ali de onun mevlásıdır” sözünü, Hz. Ali’nin dini hassasiyetinden kaynaklanan bir tavrına karşı, onun haklılığını belirtmek için söylediği görülür. Dolayısıyla bu hadisten Hz Ali’nin Resulullah ﷺ tarafından halife tayin edildiğini anlamak mümkün değildir.
Râzî ve Teftâzânî gibi kelamcılar, Mevla kelimesinin ayet ve hadislerdeki kullanışı itibariyle ve Arap dili açısından halife manasına gelmediğine dikkat çekmişlerdir.
Ebu’l-Muîn en-Nesefî de; Bu konuya geniş yer arıyarak bu ve benzeri şekilde bir nass olsaydı bunun sahibe döneminde gündeme gelmesi gerektiğini belirterek böyle bir nassın ne, Benî Sâide sofasında ne de diğer sahibilerin halifeliği ile ilgili tartışmalarda konuşulduğuna dikkat çeker.
RESULULLAH’IN ﷺ HZ ALİ’Yİ MEDİNE’DE VEKİL BIRAKMASI.
Resulullah efendimiz ﷺ tebuk seferine çıktığı zaman Hz Ali’yi Medine’de bırakmıştır.
Tebuk seferine gitmek isteyen Hz Ali, Peygamber Efendimize ﷺ “Beni savaştan geri kalan kadın ve çocuklarla mı bırakıyorsun?” Demiştir. Peygamber efendimiz ﷺ, Hz Ali’yi, Teselli için “Hz Musa’nın yanında Hz Harun’un, Yeri ne ise, benim yanımda senin yerinde odur. Bu sana yetmez mi?” Buyurmuştur. Muhtemelen Hz Ali, Resulullah’ın ﷺ ailesiyle alakalı bir mesele için Medine’de bırakmıştır.
Çünkü Resulullah ﷺ Medine’de kendi yerine vekil olarak İbn Ümmü Mektüm’ü veya Muhammed b. Mesleme’yi tayin etmişti.
Hz Ali’nin vekil olduğu kabul edilse bile bunu peygamberden sonra halife olacağı manasında Anlamak mümkün değildir. Çünkü Harun (Aleyhisselam), Musa’nın (Aleyhisselam) hayatında onun vekilliğini yapmıştır. Ayrıca, Hz Harun’un peygamber olduğu dikkate alınırsa bunun imamete delalet etmesi ve Hz Peygamberden sonra Hz Ali’nin halife tayin edildiği şeklinde anlaşılması doğru olmaz. Diğer taraftan Resulullah ﷺ hayatı boyunca sahabelerden birçoklarını yerine vekil olarak bırakmış olup,
Bunlardan hiçbirisi, daha sonra kendilerinin halife tayin edildiğini söylemişlerdir.
ŞÎA’NIN NAS İDDİASININ DEĞERLENDİRİLMESİ.
Hz Ali, hayatı boyunca hilafetin nasla kendisinin hakkı olduğuna dair bir açıklamada bulunmamıştır. Aynı şekilde vefat ederken de hilafetin kendi soyuna ait olması konusunda bir beyanda bulunmadığı gibi, kendisinden sonra Hz Hasan’a biat edilip edilmemesi sorulduğunda muteber olan rivayete göre Müslümanları muhayyer bırakmıştır.
Hz Ali, hilafeti döneminde kendisine biat etmeyenlere karşı bile kendisinin nasla halife tayin edildiğine dair bir beyanda bulunmamıştır. Keza, Hz Hasan ve Hz Hüseyin’in de imametin nasla olduğu ve bunun kendi soylarına ait olduğuna dair bir ifadelerini görmemiz mümkün değil, Hatta Hz Hasan Kendi isteğiyle hilafeti Hz Muaviyyeye devretmiştir.
Şayet bu konuda Şiilerin iddia ettiği şekilde nas bulunsaydı, o devirde gündeme gelmesi gerekirdi. Her şeyden önce Hz Ali, Hz Hasan veya Hz Hüseyin, bunları ortaya koyar ve ashab-ı kiramdan da nassın gereğini yerine getirmelerini isterdi. Sahabenin bu konudaki uygulamalarından anlaşıldığına göre de bu meselelede herhangi bir nas mevcut değildi.
Şehadet imamet konusunda nas bulunsaydı İslam uğrunda canlarını, mallarını ve en kıymetli şeylerini feda eden ve davranışlarıyla Cenab-ı Hakkın rızasını kazanan sahabenin nassın icabını yerine getirmelerinin dışında bir davranışta bulunmalarını düşünmek mümkün değildir. Bu itibarıyla Şîa’nın yeryüzünün vasî ve imamdan hali kalmayacağı eksenli vâsi inancı sadece Sünni alimler tarafından değil
Bazı Şii alimler tarafından da tenkit edilmiş ve vâsi inancının islam’da yerinin olmadığı ve bu görüşün kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetine aykırı olduğu belirlenmiştir.
Bir nassın olup da bunu sahabelerin bilmemesi veya bildiği halde dikkate almaması veya Hz Ali’nin kendisi hakkında nass olduğu halde bunu açıklamaması mümkün gözükmüyor. Böyle bir yaklaşım, İslam’ın kaynaklarının sıhhatini tartışılır hale getireceğinden tamamen islami esaslara aykırıdır. Çünkü “Peygamber Efendimizin ﷺ, sahabe kabul etmez diye tebliğle mükellef bulunduğu bir konuyu açıklamaması” onun tebliğ görevini tam yapmadığı manasına gelir.
Ayrıca sahabelerin böyle bir nassı gizlediği iddiası da sahabe tarafından bize nakledilen dinin iki önemli esası olan Kur’an ve sünnetin eksik olduğu fikrine götürür. Allah’ın; “Şüphesiz ki o zikri Biz indirdik muhakkak ki biz onun konuşuruz.” (Hicr, 9) ayetiyle ilahi himaye ve muhafazada bulunduğu açıklanan Kur’an’ın eksik olduğunu veya değiştirildiğini söylemek mümkün değildir. Bunlar bir Müslüman tarafından kabul edilmesine imkan bulunmayan ve İslam’ın ilahilik özelliği bağdaştırılması mümkün olmayan iddialardır.
Diğer taraftan ashabı kiram, birçok ayette övülmekte, Allah’ın kendilerinin razı olduğu ve hatalarının affedildiği beyan edilmektedir. Onlar Peygamber Efendimizin ﷺ iltifat ve övgüsüne nail olmuş vahye sahitlik etmiş, Peygamber Efendimizin ﷺ sohbetleri ile Gönüllerini temizlemiştir.
İslam uğruna birçok sevdiğini feda eden peygamber efendimizin ﷺ bu güzide arkadaşlarının Haktan ayrılmalarını düşünmek onların hayatları ile uygunluk arz etmez..
Şîa’nın imametle alakalı iddiaları, Asr-ı saadette olmadığına göre bunların sonradan nasıl olacak çıktığı önemli bir husustur. Abdullah b. Sebe’nin bu konuda önemli bir rol oynamıştır. Önceden Yahudi olması itibariyle eski inançlarından kaynaklanan görüşlerini islam inancıyla karıştırarak,
Hz Ali’yi, Yûşa b. Nûn’a benzetmesi ve Hz Ali’nin ölüm haberi gelince, onun ölmediğini iddia etmesinin, Şîa’nın fikirlerinde önemli payı bulunmaktadır.
“Hz Ali’nin ölmediği ve ölmeyeceğine” dair sonradan geliştirilen düşüncelerin,
Hz İsa hakkındaki haberlere benzemesi, Şîa’nın imamet nazariyesinde büyük oranda Yahudi ve Hristiyan inançlarından etkilendiğini göstermektedir. Ayrıca tarihte bid’ât fırkaların kendi fikirlerine delil getirmek ve böylece Müslümanlar arasında taraftar bulmak için hadis uydurdukları malumdur. Bu fırkaların en başında Şîa gelir.
Netice olarak hadiselerin tarihi seyrine bakıldığında Şîilerin, Hz Ali’nin nass ile halife tayin edildiği iddiasının “fikirlerin hadiselere irtibatı.” Esası dikkate alındığında doğru olmadığı görülür. Bu iddiaların,
Asr-ı saadet’ten çok sonra uydurulduğu veya bir takım haberlerin sonradan tekrar yoruma tabi tutularak geliştirildiği anlaşılmaktadır.