Dünya üzerinde birçok ırk ve dil bulunmaktadır. Dil insanlar arasındaki iletişimi sağlayan bir araçtır.
Her insan evvela anne ve babasından gördüğü ve daha sonra da yaşadığı toplumdan öğrendiği dili konuşur.
Dil toplumların kültürünü ve yaşam tarzını yansıtır. Yeni bir dil demek yeni bir kültür yeni bir insan demektir. Her insan anadili ile düşünür. Türkçe konuşan Türkçe, İngilizce konuşan İngilizce düşünür. Sonradan ikinci bir dil öğrense de yine de zihninde ki anadili ile düşünür. Ama her dilin kendine göre incelikleri vardır. Yani farklı bir dildeki bir ifadeyi tam anlayabilmek için, o dilin inceliklerini tam olarak bilmek gerekir.
Kur’an-ı Kerim Arapça olarak inzal olmuştur. Kur’an ayetleri ilk Müslümanlar tarafından harekeye gerek duymaksızın, kendi anadilleri olduğu için okunuyor ve anlaşılıyordu. Ancak daha sonra Müslüman olan toplumların Kur’an-ı yanlış okuyup yanlış anlamaya başlamaları nedeniyle harekelendirildi. O zaman ki Arapça on dört asırlık bir tarih süzgecinden geçerek günümüze kadar geldiği için çeşitli etkenler nedeniyle Fasih Arapça olarak korunamamıştır. Araplar da yabancı dillerin etkisinde kalmışlar ve bu nedenle o zaman ki Fasih Arapçadan uzaklaştıkları için, onlar da diğer toplumlar gibi gerekli ilimleri tahsil etmedikçe Kur’an’ın inceliklerine vakıf olamamaktadırlar. Ancak buna rağmen onlar ilmi derinliklerine vakıf olmasalar da yine de Kur’an-ı az çok okuyup anlayabilirler.
Arap olmayan toplumlar ise Arapçayı bilmedikleri için Kur’an’ın ve hadislerin doğru anlaşılmasında sıkıntılar yaşamaktadırlar. Hadislerin işaret ettiği manayı tam kavrayamayanlar meallere bakıp sahih hadisleri ayetlerle çelişiyor zannetmişlerdir.
Örneğin Tevbe suresinin 3. Ayeti “Ve Resûluhu” yerine “Ve Resûluhi” Şeklinde okununca anlam olarak,
“Allah ve Resûlu müşriklerden beridir.” şeklinde iken “Allah, müşriklerden ve Resûlunden beridir.” şekline dönüşür. Harekelemeye göre değişen bu okuyuş hatalarını, Arap olmayanların veya Arapçayı bilmeyenlerin fark etmesi imkansız olduğundan harekeleme zarureti ortaya çıkmıştır.
Osman (r.a), mushafları hareke ve noktalama işaretlerinden hâli olarak çoğalttı. Bu şekilde yazılmakla da birkaç vecih okunmaya müsait idi. Çeşitli bölgelerde yaşayan halk kendi fitrî selikasiyle bunların arasını ayırabiliyordu. Doğru okuyabilmek için şekil, hareke ve noktalama işaretlerine ihtiyaçları yoktu. Halk, kırk küsür sene Abdülmelik’in hilafetine kadar Osman mushaflarını bu şekilde okumaya devam etti.
Ama Abdülmelik’in hilafeti döneminde Irak’ta tasnifler yaygınlaştı. Öyle sanıyoruz ki buradaki “tasnif” ten maksat, Arap olmayanlarla karıştıktan sonra halkın Kur’an’ın bazı kelime ve harflerini yanlış okumaları anlamındadır.
Rasülullah “Din, nasihattir.” buyuruyor. Nasihat kelimesi Türkçe de “öğüt” anlamında kullanılmaktadır.
Söz konusu hadis, “Din, öğüttür.” ya da “Din, öğüt vermektir.” şeklinde anlaşılabilir.
Ama nasihati, öğüt değil, “samimiyet ve ihlas” anlamında anlamak gerekiyor. Çünkü Allah Resûlu,
“Din, nasihattir” buyurduğunda ashâb, “Kim için nasihat?” diye sormuşlardı. Cevaben,
“Allah için, Kitabı için, Rasûlü için, Müslümanların emirleri için ve onların geneli için” buyurulmuştur.
O halde nasihati Allah’a, Allah’ın kitabına ve Allah’n Resûlu’ne öğüt vermek olarak düşünemeyiz.
Nasihat kelimesi, tevbe-i nasuh tâbirindeki “nasuh” kelimesiyle aynı kökten gelmektedir.
Bu, “içten, ihlaslı ve samimi” tevbe demektir.
Alimlerimiz hadisi, “Din samimiyettir.” ya da “Din, hayırhahlıktır” şeklinde tercüme etmektedir.
Bu ilmi derinliği bilmeyenlerin hadisi yanlış anlayıp, Kur’an’a ters bulması mümkün olabilir.
“Kim, Kur’an hakkında kendi görüşü ile söz söylerse, o gerçekten yanılmıştır.”(Tirmizî; Ebu dâvûd)
“Kim, Kur’an hakkında şahsi görüşü ile söz söylerse ya da bilmediği şeyleri söylerse; Cehennemde yerini hazırlasın.” (Tirmizî; Ebu dâvûd)
Arapça bilmeyenlerin ve yeterli ilmi olmayanların sadece Mealden din anlamaya kalkması onları doğru bilgiye ulaştırmayacak ve yanılgıya düşürecektir.